ŞİRAZ

7 Nisan günü Şiraz’da güneşli bir bahar sabahına uyanıyoruz. Otelimiz “Persepolis”, adını şehre 70 km uzaklıktaki antik Pers şehrinden alıyor. Oldukça modern, şık ve özellikle yataklar çok rahat. Bu sayede, rötarlı uçak yolculuğu sonrası yataklarımıza yine geç saatlerde kavuşmamıza rağmen, uykumuzu almış ve dinlenmiş olarak yeni ve hareketli bir güne başlamaktayız.

Bizi Şiraz’da karşılayan konforlu otobüsümüz ve cana yakın Azeri şoförümüz Eyyüp önümüzdeki 9 gün boyunca, Tahran’da İstanbul uçağına binene kadar bizi hiç bırakmayacaklar. Otobüsün ön tarafı büyük tüylü oyuncak tavşanlar, ayıcıklarla süslü. “Bizlerin, çocukluğumuzda, yokluk ve savaşlar nedeniyle hiç böyle oyuncaklarımız olamadı,” diye açıklıyor Ferhat, şaka ve ciddiyetle karışık, “onun için bu yaşlarımızda çıkarıyoruz acısını.”

İlk olarak Kerim Han Kalesi ve Sarayı’na gidiyoruz. Yol boyunca Şiraz’ı anlatıyor Ferhat. Önce adının anlamıyla başlıyor: “Şir” sözcüğünün üç anlamı varmış: 1. Aslan, 2. Süt, 3. Musluk. Göçmen Türklerin sütle yaptıkları bir yemeğin adı da “Şiraze” imiş. Tam olarak hangi anlamından türediği bilinmiyor Şiraz’ın. Antik çağlarda bu yöreye çok yağmur yağdığı, büyük ormanlar bulunduğu, ormanlarda da aslanların yaşadığı söyleniyor. Bunun ötesinde Persepolis’te bulunan bir tablette M.Ö. 2000 yıllarında yaşamış bir Elam prensinin adının Şiraz olduğu öğrenilmiş. Diğer bir kaynakta da 1970’te bulunmuş bir Elam tabletinde ‘Tirazis’ adlı bir şehirden söz edildiği, bazılarına göre de şehrin adının Şehname’deki 3. İran kralı Tahmuras’ın oğullarından birinin adından türediği belirtiliyor (4).

Şiraz İran’ın güney batısında, kuzey doğudan kuşatan Zagros dağlarının eteklerinde, 1500 metre yükseltide bir plato üzerine yerleşmiş. Batısındaki Basra Körfezine uzaklığı 300 km kadar. Fars eyaletinin merkezi ve 1,5 milyon nüfusu ile İran’ın 5. büyük kenti. Eyaletin adı boşuna Fars değil, bugünkü İran halkının adını ve dilini veren ve bununla övünen bir bölge burası. Tarihte Persler diye bildiğimiz kavimin, yani İranlıların atalarının yaşadığı yöre. “Şairler ve güller şehri”!

Ferhat anlatısına ara veriyor ve Kerim Han Kalesi’nin önünde iniyoruz otobüsten.

12 000 işçinin çalışarak inşaatını çok kısa bir sürede tamamladığı, tamamı tuğladan yapılma bu pek süslü zarif kale, şimdiye kadar dünyanın birçok yerinde gördüklerime hiç benzemiyor. Duvarları oya gibi geometrik işlemelerle bezenmiş. En şık burçlarından birinin karşısına onu fotoğraflayan bir gezginin heykelini dikmiş İranlı, kalenin duvarlarıyla aynı renk malzemeden yapılma. 14 m yüksekliğindeki bu burçlardan her köşede birer tane olmak üzere 4 tane var, bir tanesi de Piza Kulesi gibi eğri.

017

Kaleye girmeden önce Ferhat yüksekçe bir yere çıkıp kalenin öyküsünü anlatıyor: 1766’da kaleyi yaptıran Kerim Han, İran tarihinin Erken Modern Dönemi’nin (1501-1921) Safeviler ve Afşarlardan sonraki 3. hanedanı olan Zend hanedanını temsil ediyor. Aslında bu hanedandan hüküm süren (1750-1779) tek şah Kerim Han. Afşarların ünlü hükümdarı Nadir Şah’ın generallerinden iken, Nadir Şah’ın 1747’de ölümünden sonra ortalığın karışması üzerine, Bahtiyarların lideri Ali Merdan Han ile birlikte ayaklanmaları bastırıp, Safevi veliahtı 17 yaşındaki III. Şah İsmail’i tahta oturturlar. Bir süre sonra Ali Merdan’ın da öldürülmesinden sonra Kerim Han kendini genç şahın ve halkın Vekil’i ilan eder ve ülkenin tek hâkimi olarak hüküm sürmeye başlar. Şah İsmail ise 1773’te ölene kadar bir kalede tutuklu kalır.

Ferhat diyor ki: “Gelmiş geçmiş bütün şahlar bir yana, bu Kerim Han bir yana. Çünkü Kerim Han ‘bana kral demeyin, ben halkın bir çalışanı ve Vekil’iyim’, dermiş. Bu nedenle o gün bu gündür İran halkı tarafından belki de en çok sevilen kral olmuştur Kerim Han.” İran tarihinde ilk kez olarak kendine Tahran’ı başkent olarak seçen Kerim Han, 18. yüzyıl ortalarında Şiraz’da meydana gelen bir deprem sonrasında, bu şehrin baştan başa yeniden imarına başlamış ve başkenti de buraya taşımış. Bu nedenle Şiraz’daki pek çok yapı Kerim Han’ın eseriymiş ve hepsinin de adı Vekil imiş: Saray-ı Vekil, Mescid-i Vekil, Bazar-ı Vekil gibi.

Kerim Han kaleyi, hem saray, hem de ordugâh olarak kullanmış, kendisinden sonraki Kaçarlar zamanında da konukevi olarak hizmet etmiş kale. Pehlevileri hiç sevmediğini her vesileyle dile getiren Ferhat bu kaleye verdikleri zararı da öfkeyle anlatıyor: “Baba ve oğul Pehlevi kaleyi hapishane yaptılar. Bu sırada avlusu ve odalardaki kalem işleri çok zarar gördü. Resimlerin üstü boyandı. Ayrıca mahkûmlar da her şeye çok zarar verdiler. Devrimden sonra tekrar yenilenip eski haline getirilerek halkın ziyaretine açıldı. Bugün hâlâ içerde onarımı devam eden odalar var.” Eğri kuleyi de göstererek açıklıyor: “Saraya gelen ve içerde birazdan göreceğimiz hamama giden su kanalı bu kulenin altından geçermiş. Bir zaman sonra su ve rutubet kulenin eğrilmesine neden olmuş, tüm çabalara rağmen düzeltilememiş.”

Kale giriş kapısının üzerinde yer alan seramik tabloda sanırım yine Rüstem betimleniyor. Yanılmıyorum. “Tus’ta da size anlattığım üzere, Zaloğlu Rüstem 7 büyük zorluğu yenmişti. Bu resimde de 7. ve son büyük zorluk olan vücudu beyaz renkli, siyah benekli canavarı yenişi anlatılıyor. Bununla Kalenin inşaatında başarılan zor işler simgeleniyor,” diyor rehberimiz.

018

Rüstem’in altındaki kapıdan geçerek 12 metre yüksekliğindeki kale duvarları ile çevrili Pers bahçesine giriyoruz. Zamanında sadece krala ait olan ve halktan kimsenin giremediği bir bahçeymiş. Bugün hâlâ çok güzel bu bahçe; T şeklinde dallanan uzun uzun havuzlarla, turunç ağaçlarıyla donanmış. Pers bahçesinin başlıca özelliği, içindeki su dağılım sistemi imiş. Saray bahçenin ya ortasında, ya da sonunda olur, ama su daima 4 kola ayrılarak akarmış. Bu düzen, kaynağını eski İran kültüründe tarif edilen cennet bahçesinden almaktaymış. İran cennetinde dört tane kaynak varmış, birinden süt, birinden bal, birinden şarap veya şerbet[1], sonuncudan da su akarmış.

Saray binasına girdikten sonra birtakım koridorlardan geçip ilk büyük salona, yabancı konukları ağırlama salonuna geliyoruz. Burada balmumu heykellerle Kerim Han’ın Avrupalı bir elçiyi kabulü canlandırılmış. Ortada kırlaşmış uzun sakal ve bıyığı, upuzun kavuğu ile Kerim Han oturuyor. Yabancı elçi önünde reverans yaparken, sol yanındaki tercüman söylediklerini Han’a aktarıyor. Hemen sağ yanında Ağa Muhammed Han ayakta, Vezir-i Ceng (Savaş Bakanı) ise oturarak toplantıya eşlik ediyorlar.

020

Bu sahnede Ferhat, Kerim Han’ın sağındaki genç, yakışıklı Aga Muhammed üzerinde fazlaca duruyor. Çünkü o ilerde İran tarihinde en uzun ayakta kalan hanedanlardan biri olan Kaçar Hanedanı’nı başlatacak. Hazin bir de öyküsü var: “Azerbeycan kökenli Türkmenlerin Koyunlu boyundan olan Aga Muhammed’in babası Koyunlular’ın lideri olan Muhammed Hasan Han’dır. 1759’da Zend prensleriyle savaşırken Muhammed Hasan Han öldürülür, Aga Muhammed ise kaçar. 1762’de yakalanarak Tahran’a, daha sonra da Şiraz’a getirilir. Kerim Han onu öldürmek istemez, sarayında tutsak olarak tutar. Zaten hadım olduğu için onu bir tehlike olarak da görmez.” Nasıl hadım olduğu ile ilgili öyküler de farklı: Ferhat babasının öldürüldüğü savaşta 16 yaşında yaralanarak erkeklik organlarının zarar gördüğünü anlatıyor. Oysa wikipedia’da babasının düşmanı Nadir Şah’ın halefi Adil Şah tarafından henüz dört yaşındayken esir alınarak hadım edildiği belirtiliyor (6).

Kerim Han bu akıllı delikanlıyı yanında bulundurmaktan memnundur, hadım olması onu gözünde tehlikesiz kılmaktadır. “Oysa”, diyor Ferhat, “Aga Muhammed diğer şişman hadımlara benzememek ve formunu kaybetmemek için yediği içtiği her şeyi tartar, kaydeder, yani o zamanlar kimsenin bilmediği bir şey yapar, diyet yapar. Ayrıca koşu yapar, ava çıkar, sırasında günlerce avını kovalar. Kerim Han 1779’da ölünce, Aga Muhammed bir yolunu bulup ülkesine kaçar, ordusunu kurar, askerin başına geçer ve intikam için Zendlerle savaşmaya başlar. Ancak sesi ince çıktığı için ‘saldırın’ derken yanındaki gür sesli iki adamını bağırtır. 1788’de Şiraz’ı işgal eder ve büyük bir katliam başlatır. Sonunda son Zend Şah’ını da öldürerek 1796’da İran Şehinşahı olarak taç giyer ve Kaçar Hanedanı’nı başlatır. Başkenti Tahran’a taşır. Ancak mücadelelerle dolu ömrü fazla hüküm sürmesine olanak vermez, bir yıl sonra iki hizmetkâr tarafından öldürülür. Ne var ki, başlattığı Kaçar Hanedanı, Pehlevi Hanedanı’nın başlangıcı olan 1925 yılına kadar devam edecektir.”

Mumyalı salonun karşı penceresi inanılmaz güzellikte vitraylarla kaplı. Buna ‘halı penceresi’ deniyormuş. Neden böyle dendiğinin açıklanmasına gerek yok, bir bakışta anlaşılıyor: Işık vurunca pencerenin tüm deseni zemine yansıyor ve muhteşem ışık oyunlarıyla ışıltılı rengârenk bir halı görünümü veriyor.

Tekrar bahçeye çıktığımızda Ferhat bize iki tane yivli ahşap sütun gösteriyor ve diyor ki: “Bunların yerinde Persepolis’ten esinlenilmiş, kendinden desenli yeşil mermerden yapılı, çok güzel sütunlar varmış, fakat bizim Kaçar Hadım Erkeği[2] onları alıp Tahran’a götürmüş ve Gülistan Sarayı’nın bahçesine koydurmuş. Orayı gezerken size soracağım, nerden gelmiş bunlar diye.”

Daha sonra sarayın her tarafı mermer döşeli hamamını geziyoruz. Ferhat bize suyun İran’da ne kadar önemli olduğunu, bir hükümdar şehirlerin su ihtiyacını ne kadar karşılayabilmişse o kadar çok sevildiğini anlatıyor. Bugün bile su temini İran’ın en önemli sorunlarından biriymiş, ancak baraj yapımında da dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri olduklarını iddia ediyor rehberimiz. Daha Kerim Han zamanında bile ‘kanat’ denilen kanallar sistemini uygulamışlar. 10 metre aralıklarla derin kuyular kazılıp, bunlar toprak altında birbiriyle birleştirilerek dağlardan su taşınırmış. Şehre gelen kanal kolları ise seramikle döşenmiş ki, su daha temiz ulaşabilsin. Sarayların, hamamların, camilerin altına ise sarnıçlar yapılarak suyun oralarda toplanması sağlanmış. Hamamların seviyesi ise toprak seviyesinin altına indirilerek suya doğrudan yaklaştırılmış. Şu anda bile sarayın hamamına girerken hafif meyilli koridorlardan geçip fark etmeden yerin altına inmişiz. Bu hamamda göbek taşı yok; İran’da doğrudan yere uzanırlarmış göbek taşı yerine. Zeminin altından sıcak su geçtiği için ısınma da sağlanırmış böylece.

Kale içindeki birçok odanın içinden geçerek dışarı yöneliyoruz. Bu odaların bir kısmının duvarları çiçekli, tavus kuşlu resim veya kabartma motiflerle, renk renk desenli seramiklerle, tavanları, kapı kemerleri, sütun başları nakışlı girift oymalarla, ince ince işlenmiş çiçekli resimlerle süslü. Bazı odalar ise perişan durumda, bunlar Ferhat’ın anlattığı, mahkûmlar tarafından yıpratılmış hapishane odalarıymış.

021022

Saraydan çıkınca yola yürüyerek devam ediyoruz. Vekil Kapalıçarşısı’na giriyoruz, girer girmez de İran 1. Kanalı TV ekibine yakalanıyoruz. Bizimle röportaj yapıyorlar, İran’a niçin geldiğimiz, nereleri gördüğümüz, en çok neyi beğendiğimiz gibi klasik sorular soruyorlar, Ferhat bire bin katıp çeviriyor. Uyanabilirsek yarın sabah saat 7’de kendimizi İran televizyonunda izleyebilirmişiz. Yeterince vakit kaybettiğimiz için Ferhat’ın talimatına uyarak sağa sola bakmadan (ne kadar olabiliyorsa!) hızla ilerliyoruz. Daha sonra serbest zamanımızda çarşıyı gönlümüzce gezmek için fırsatımız olacak. Çarşının sonuna kadar gitmeden ortalarında bir yerde sola dönüp Vekil Ulu Camii’ne geliyoruz.

023

Caminin ana kapısından girdikten sonra, yine uzun havuzlu, sümbül, şebboy kokulu bir bahçeye giriyoruz. Mimari tarzıyla Selçukluları, bol sütunlu avlusuyla Cordoba Medresesini ve Emevileri hatırlatıyor. Ama binayı İranlı yapan hem iç, hem de dış cephedeki ince taş oymaları ile pembe, yeşil ve mavinin hâkim olduğu bol çiçekli seramikleri.

024025

Caminin yine seramiklerle süslü mihrabının ortasında dikdörtgen şeklinde 30-40 cm derinliğinde bir çukur var. Meğer imam namazını orada kılarmış. Şiilerde imamın alçakgönüllülüğünü yansıtan bu durum, kendisini cemaatin üstünde görmediğini simgeliyormuş. Fakat hutbe okurken, bu kez Allah kelâmı olduğu için hemen yandaki, merdivenli yüksek yere çıkıyormuş.

İran’da camilerin birden fazla namaz salonu bulunurmuş. Bu salonlara ‘şebistan’ diyorlar. Caminin büyüklüğü şebistan sayısıyla ölçülürmüş. Vekil Camii’nin de iki şebistanı varmış. Kültür mirası olup, ziyarete açılan bu tarihi camilerde en az bir şebistan namaz kılmaya ayrılırmış.

Camiden çıkıp, yine Kapalıçarşı’daki bir geçitten dolanıp, demir tokmaklı, çift sıra iri demir çivilerle süslü iki kanatlı ahşap bir kapıdan Moshir Kervansarayı’nın (Saray-e-Moshir) avlusuna geçiyoruz. Sekizgen şeklindeki bu avlunun etrafını, üstteki boydan boya balkonlu bir revakla çevrili çift katlı yapı kuşatıyor. Eskiden alt katlara hayvanlar bağlanır, üst katlarda yolcular konaklarmış. Şimdi ise iki katlı olarak tenteli dükkânlar sıralanmış. Avlunun ortasındaki fıskiyeli havuz satıcılarla müşterilerini, bir de bizim gibi yolu düşmüş gezginleri serinletiyor.

026027

Tekrar Kapalıçarşı’dayız. Bir saat serbest zamanımız var gezmek, yemek ve diğer ihtiyaçlar için. Sandviçlerimizi sırt çantamla birlikte otobüste bıraktığım için, buluşma yeri olarak belirlediğimiz Çarşı içi Saray-e Mehr restoranında da yiyebiliriz, ama Erol’la bunu zaman kaybı olarak görüp dolaşmayı tercih ediyoruz. Gezmeye başlamadan yanımdaki İran Gezi Rehberi’nden bilgi toplamaya çalışıyorum (3): Şiraz’daki pek çok eski yapı gibi Kapalıçarşı’yı da Kerim Han yaptırmış. Zaten adı üstünde: Bazar-ı Vekil, veya Vekil Pazarı. Kerim Han bununla Şiraz’ı bölgenin ticaret merkezine dönüştürmeyi amaçlamış. Az önce gezdiğimiz Çarşı’ya komşu Kervansaray’ı da aynı amaçla yaptırmış olmalı. Pazarın içinde bir de Kerim Han’ın özel hamamı varmış (Hammam-ı Vekil), ama sınırlı zamanımızı onu arayarak geçirmeyi düşünmüyorum; rasgelirsek ne alâ!

028

Önce kemikten yapılma, renk renk desenlerle boyanmış sürmedanlıklara takılıyorum, ahşap olanları da var, hepsi ayrı güzel. Bunlardan birkaç tane alıyorum, birini kendime ayırıp, diğerlerini hediye edeceğim dönünce. Yanısıra her biri için küçük cam şişelerde satılan toz sürmelerden de alıyorum, ama döneli üç ay oldu, hâlâ nasıl kullanacağımı bilemiyorum. Bir de gri üzerine mavi, kırmızı ve lame rengi şal desenli kumaşla kaplanmış, sivri burunlu, topuklu bir terlik alıyorum kendime. Terliğin altındaki etikette ‘designed in Turkey’ yazıyor, aynı bizde bazı ürünlerde ‘styled in Italy’ yazdığı gibi! Ben alışverişle uğraşırken, Erol fotoğraf çekip duruyor, kah çarşı manzaralarını, kah benim satıcılarla didişmemi, halıcıları, çerçevelenmiş halı tabloları, kumaşçıları…

029030

Kapalıçarşı’da zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Aklım içi dışı İran minyatürleri ile süslü, cilalı tavlalarla, elde işlenmiş pulları ve atınca çifte tok sesle düşen zarlarında kalıyor. Fiyatları 150-200 USD arasında değişiyor. Hani İran’da dolarla alışveriş edilmiyordu? Ama ne seçmeye (-ki en zoru da bu!), ne pazarlık etmeye zaman var. Tekrar gelebilme umuduyla gruba katılıyoruz.

Çevrede dolaşmaya devam ediyor, Han Medresesi’nin önünde duruyoruz. Safevi döneminden, 17. yüzyıldan kalmış ve nice depremi atlatmış. Kerim Han’ın şehri yeniden inşa etmesinin nedeni olan büyük depremle bile baş etmiş. Kapıdaki levhada Allah Verdi Han ve oğlu İmam Gholl Han tarafından inşa edildiği yazıyor. Ferhat giriş kapısının üzerindeki Selçuk tarzı girintili çıkıntılı kemerin muhteşem çinilerine dikkat çekiyor. Kapalı olan kapıyı açıp, doğrudan tavanı yüksek kubbeli, sekizgen şeklinde bir odaya giriyoruz, ayrı bir kapıdan labirent gibi bir koridor aracılığıyla bahçeye, oradan da ana binaya geçiliyor. Bunun İran mimarisinin başlıca özelliği olduğunu anlatıyor Ferhat. Bu düzenin amacı iyi ve serinletici bir havalandırma sağlamakmış. Giriş salonunun kubbesi, Safevi dönemine özgü mavi, beyaz, kahverengi çinileriyle göz alıyor.

031

İran’ın önemli bilim adamı Molla Sedra bu medresede yetişmiş. Medrese hâlâ dinî okul olarak kullanılıyormuş. Liseyi bitirip sınav kazanarak gelen öğrenciler burada 7 yıl okuduktan sonra imam olarak mezun oluyorlarmış. Sonra uzun eğitimlerden geçip, yıllar sonra Ayetullah mertebesine kadar yükselmeleri mümkünmüş.

032

Yine dar sokak aralarından kısa bir yürüyüşten sonra, yolun sonunda, açık mavi çinileriyle uzunca bir kubbe çıkıyor karşımıza. “Şah-e Çerağ Türbesi”, diyor Ferhad, “İmam Rıza’nın kardeşi Seyid Mir Ahmad yatıyor burada. 835 yılında Şiraz’da tam burada yine Abbasi halifesi Me’mun tarafından öldürtülmüş, türbe ise 14. yüzyılda yapılmış. Seyid Mir Ahmad çok sevilen biriymiş, ‘Işıkların Şahı’ anlamına gelen Şah-e Çerağ adını ona Şiiler takmış.“

Kadınlar ve erkekler ayrı kapılardan giriyorlar. Yine çiçekli çadorlarımızı kuşanıp da, içeri girdiğimiz anda, dar sokaklardan gelirken zar zor görebildiğimiz o kubbe, koskocaman havuzlu bir avlu ve iki uzun kanatlı ve iki minareli muhteşem bir bina kompleksi ile bütünlenerek bizi şaşırtıyor. Avluyu geçip türbenin içine girdiğimizde, bir an İmam Rıza’nın türbesine geri döndüğümüz hissine kapılıyorum. Aynı mozaik ayna ve gümüş işlemeleriyle, ışıl ışıl kristal avizeleri ve yeşil, sarı, beyaz ışıkların yansımalarıyla tam da Işıkların Şahı’na yakışır bir görüntü karşılıyor bizi. Yine türbenin bir yarısı kadınlar tarafına, diğer yarısı erkekler tarafına bakıyor. Türbeye yüz sürenler, dövünüp ağlayanlar artık şaşırtmıyor bizi. Bu türbenin, İmam Rıza’ninkinden sonra bana tanıdık gelmesini anlıyorum. Ama ilk defa böyle bir türbe gördüğüm halde, aynı hisse İmam Rıza Türbesi’nde de kapıldığımı anımsıyorum. Bu çarpıcı, insanı ilk gördüğü anda adeta büyüleyen görüntü o zaman da tanıdık gelmişti bana, ama bunun üzerinde durmamıştım. Şimdi birden hatırlıyorum: Asıl ilk şoku birkaç yıl önce Şam’da peygamberimizin kızı Hz. Rukiye’nin türbesinde yaşamıştım ben. İran’da gördüğüm bu iki türbenin bir kopyası gibiydi o da. Ve en önemlisi şimdi şunu hatırlıyorum: Şam’daki o türbeyi İranlıların yaptırdıkları söylenmişti!

033

Türbeden çıkıp yürümeye devem ediyoruz. Şiraz’ın bu yöresi bizim Sultanahmet gibi, görmeye değer pek çok tarihi yer birbirine yakın sıralanmış. Kerim Han kalesinden bu yana yaklaşık 4 saattir yürüye yürüye gezip görmedik kale, çarşı, cami, türbe, kervansaray, medrese bırakmadık derken, son bir uğrak yerimiz daha var: Şiraz’ın minaresiz, kubbesiz en eski camii: Mescid-i Camii Atir Atigh. 8. yüzyılın sonlarında yapılmış, Şiraz’ın en eski camisi olup, İran’daki ilk 3 camiden biriymiş. Burada asıl ilgimi çeken, avlunun ortasındaki küçük çinili bina. ‘Hodaihane’ denilen bu bina Kâbe’yi temsil ediyormuş ve eski zamanlarda imamlar, Hacca gideceklere orada nasıl davranacakları ile ilgili burada eğitim veriyormuş. Bir tür tatbikat yeri yani. Arapların Acem dediği İranlılar bu sayede Arabistan’a gitmeden acemiliklerini atmaya çalışıyorlarmış demek ki.

Artık otobüsümüze dönüyor, şehir merkezinden uzaklaşarak devrimden sonra yapılan geniş bulvardan geçerek şehrin çıkışına doğru yöneliyoruz. Bu arada yükselti de giderek artıyor. Tam şehrin çıkışında yanımızdaki tali yolda kalan kemerli tarihi bir kapı görüyor ve yolun solunda kalabilmek için ilerden U dönerek, yol kenarına, sağa yanaşıp duruyoruz. Şimdi kapının tam karşısındayız. “Gördüğümüz kapı Kuran Kapısı diye bilinir”, diyor Ferhat ve açıklıyor: “Şehrin bu giriş kapısı bin yıl kadar önce yapılmış, yakın yıllarda da restorasyon geçirmiş. Bulvar yapıldıktan sonra yan yolda kaldı ve korumaya alındı. Zamanında üst kattaki bir bölmeye Kerim Han bir Kuran yerleştirmiş ki, gidenler altından geçsin, yolları açık olsun, şansları yaver gitsin. İran’da bazen evlerde de sokak kapısının üstünde bir yere aynı amaçla Kuran yerleştirilir.” Bu Kuran Kapısı’ndan Piyer Loti de geçmiş. Kitaplarından birinde sözünü ettiğini söylüyor Ferhat.

Burada durmamızın asıl nedeni Hacı Kirmani’yi ziyaret etmek. Şairler şehrinin yetiştirdiği önemli şairlerden biri olan Kirmani, aynı zamanda filozof, matematikçi, kimyacı imiş. Çok okuyup çok düşündükten sonra nihayet -Sokrates gibi- hayatta bir şeyi anladığına, onun da hiçbir şeyi anlamadığı olduğuna kanaat getirip, bu yol kenarındaki kayalık alanın üzerindeki bir mağarada yaşamını tamamlamış, ölünce de oraya gömülmüş. Ferhat orada yazan bir beyitini çeviriyor biz gezginler için: “Her seyahatte bir tehlike vardır, ama her tehlikede bir tecrübe vardır”. Mezarın çevresi set set çiçeklerle, fıskiyeli bir havuzla çok güzel düzenlenmiş, insanın içine huzur ve ferahlık veriyor. Yüksekte olduğu için havası da serin ve Şiraz’a hâkim bir manzarası var. Hemen yakınına koskocaman şık, modern bir de otel (Shiraz Oteli) yapılmış. Yapımının uzun yıllar sürdüğünü anlatmıştı Ferhat önünden geçerken, para mı yetmemiş, el mi değiştirmiş…

Kirmani’nin mezarının hemen yakınında, fıskiyeli havuzun arkasındaki yol kenarında kayaya oyulmuş, bir adam boyunda çekik gözlü, sarıklı bir kafa figürü var: Aga Muhammed Han’ın oğlunu (tabii ki kendinin değil, kardeşinin oğlu, ama o yetiştirmiş) temsil etmekteymiş.

Aga Muhammed Han, Kaçar Han’ı olduktan sonra komşu ülkelerle ve Zend Hanedanı ile savaşarak, topraklarını genişletmiş ve büyük İran’ı yeniden kurmuş. “Ama çocuğu yok, olamaz da; şimdi ülkesinin liderliğini kime emanet edecek?”, diyor Ferhat, “9 kardeşi vardır, 8’ini kendi elleriyle öldürür. 9’uncuyu ise öldürmediği gibi, oğlu Khan Baba Cihan Bani’yi kendine veliaht seçer ve onu eğitir. Fakat bu veliahtın bütün çocukluk ve gençliği, amcasından müthiş korkmakla geçmiştir; o kadar ki, amca bir gece uykusunda boğazı kesilerek öldürüldükten ve yerine Feth Ali Şah adıyla kendisi kral olduktan sonra bile bu korkuyu uzun zaman üstünden atamaz. Kaçar Hanedanı’nın bu ikinci hükümdarı, nihayet amcasının artık hayatta olmadığına ikna olduktan sonra da, zevk ü sefa içinde yaşamaya başlar, 300 kadar çocuğu olur. Kuzeydeki Rus Savaşı’nı umursamaz. Başlangıçta Tebriz valisi oğlu veliaht Abbas Mirza komutasındaki ordular savaşı kazanırlarsa da, Tahran’dan destek gelmeyince, sonunda Ruslar Erivan, Nahcivan, Gürcistan, Kuzey Azerbaycan dahil, pek çok İran toprağını ele geçirirler. Bu başarısızlığına rağmen Feth Ali Şah 1834’e kadar 37 yıl tahtta kalır.”

034

Buradan ayrıldıktan sonra yolumuz üzerinde bir bahçeye uğruyoruz: Cihan Nüma (veya Jahan Nama) Bahçesi ve Müzesi. “İran’ın bahçeleri çok meşhurdur”, diye anlatmaya başlıyor yine Ferhat, “İran’ın değişik yerlerindeki bu bahçelerin en güzellerinden olan 9’u genel olarak ‘Pers Bahçeleri’ adıyla UNESCO Dünya Kültür Mirası’na girmiştir. Sebebi de, ‘chahar bagh’ adı verilen bu dört bahçeli, ön-arka ve sağ-sol olmak üzere çift simetrili, yine merkezi bir havuz ile yine simetrik su kanalları içeren bu bahçe geleneğinin Araplar aracılığıyla Endülüs’e, Moğollar aracılığıyla Hindistan’a kadar yayılarak, oralardaki mimariyi etkilemiş olması: Baktığınız zaman Elhamra Sarayı’nda da, Tac Mahal’de de bu yapının kendini tekrarladığını görürsünüz.”

“Pers Bahçeleri tarzının M.Ö. 4000’lere gittiği düşünülmektedir. Ancak halen bilinen en eski örneğini 2 gün sonra Şiraz’dan giderken göreceğimiz M.Ö. 500’lerden kalma Pasargad Bahçe düzeninde buluyoruz. Akamenid (eski Pers) kültürünün başını çektiği bu bahçe mimarisinin esprisi, yeryüzünde cenneti oluşturmaktır. Zaten yarın gideceğimiz, UNESCO’nun koruması altındaki 9 bahçeden biri olan ‘İrem Bahçesi’ de ‘cennet bahçesi’ anlamına gelmektedir. Şimdi gezmekte olduğumuz 14. yüzyıldan kalma Cihan Nüma Bahçesi küçük olup, o 9 bahçeden biri değildir, ama mimarinin anlaşılması açısından iyi bir örnektir. Tam ortasında da, gördüğünüz gibi, 16. yüzyıl Safevi Dönemi’nden kalma sekizgen şeklinde küçük bir saray bulunmaktadır. Cihan Nüma ‘dünyayı gösteren’ anlamına gelir, yani bahçeyi ‘dünya güzelliklerinin bir örneği’ olarak düşünebiliriz.”

İran’dan döndükten sonra okuduklarım da Ferhat’ı destekler nitelikte: Pers İmparatorluğu zamanında da diğer kültürler bu mimariden o kadar etkilenmiş ki, Selevkos’un ve İskenderiye’deki Ptolemaios’un Hellenistik bahçeleri böyle doğmuş. Hatta batı dillerinde ‘cennet’ anlamında kullanılan ‘paradisus, paradise’ sözcüğünün de eski Persçe’deki paridaida- ve Medçe’deki paridaiza-, yani duvarlı (duvarla çevrili bahçe anlamına) sözcüğünden türediği kabul edliyormuş (7). Muhtemelen yine bazı Latin dillerinde duvar anlamına gelen pared (İspanyolca), parede (Portekizce), perete (Romence) de yine aynı etimolojik kökenden geliyorlar.

Artık otele dönüp biraz dinlenme zamanı. Erol’la otelin bir üst köşesinde iniyoruz otobüsten. Yolumuz üzerindeki, daha önceden gözümüze kestirdiğimiz bir kırtasiyeciye uğruyoruz. Gözlüklü, yaşlı bir adam işletiyor, dükkân bana çocukluğumun Bab-ı Âli’sinin loş, kağıt ve mürekkep kokan kırtasiyecilerini hatırlatıyor. Persepolis bibloları da satılıyor burada; her biri yeleli çift başlı yırtıcı kuş (griffon) şeklinde bir sütun başı biblosu ile, İran Gezi Rehberi’ndeki resminden tanıdığım bir Kirus Silindiri[3] alıyor ve çıkıyoruz. Benzerlerini, yarın gideceğimiz Persepolis girişindeki turistik eşya satan tezgâhlarda 3-4 katı fiyatına görünce, ‘iyi ki ordan almışız’, diyeceğiz.

Bir buçuk saat kadar otelde dinlendikten sonra, saat 19.00’da Hafız’ın kabrine gitmek üzere hazırız. İmam’ın türbesi, falanca şairin türbesi, ama Hafız’ın ille de kabri! Çünkü Yahya Kemal öyle diyor ‘Rindlerin Ölümü’nde: “Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış…” Lisedeki edebiyat hocamı bir kez daha anıyorum. Belki de onun anısına bu kadar heyecan duyuyorum Hafız’ın kabri önünde otobüsten inerken.

035036

Demir parmaklıklı dış kapıdan girerken şaşkınlıkla kalakalıyorum: Hiç beklemediğim kadar kalabalık bahçe, hem de bu saatte. Belki de bu saat özellikle tercih ediliyor. Hafiften gün döner, alacakaranlık bastırır ve ilk ışıklar yanarken, ortama mistik ve egzotik bir buğu hâkim oluyor ve var olan her şeyi ve herkesi sarmalıyor.

Ağaçlar arasındaki ortası çiçeklerle bezeli bahçe yolundan, nereden geldiği belli olmayan hüzünlü, ama huzur veren bir ney sesi eşliğinde, şebboy kokularını içimize çekerek yavaş yavaş ilerliyoruz. Yol giderek yükseliyor, geniş ve alçak basamaklarla devam ediyor. En tepede ise yumuşak bir ışıkla aydınlatılmış türbeye ulaşıyoruz. Etrafı açık, sekiz beyaz mermer sütunla ayakta duran lacivert-yeşil çinili, sekizgen şeklindeki kubbenin altında, tam ortada üstü oyma hat yazılarıyla bezenmiş, mermerden yapılma beyaz bir lahit duruyor. Çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç, hepsi başında. İki yaşlı adam bir türlü ayrılamıyorlar yanından. Resim çekmek için çekilmelerini bekliyoruz, ama farkına varmıyorlar. Konuşmuyorlar, dua etmiyorlar, sadece o anı yaşıyor, 6 asır önce göçüp gitmiş şairin ruhuyla bütünleşiyorlar sanki.

Tam onlara dalmışken kulağımın ardında bir ses duyuyorum:

“Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,

Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şiraz’ı hayal ettiren rengiyle”

Ferhat bu. Sonuna kadar okuyor 3 kıt’alı şiiri, hem de değme Türk’e taş çıkartacak bir ahenkle. Gözlerim dolarak Âlişan Hoca’mı anıyorum yine, “ve serin serviler altında kalan kabrinde” mısraını yazarken Yahya Kemal’in uygun sıfat olarak ‘serin’i bulana kadar nasıl bütün bir gece kıvrandığını anlatışı kulağımda çınlıyor. Ve düşünüyorum, acaba Hocam Hafız’ın kabrine gelmiş midir, diye. Onu bilemiyorum, ama Yahya Kemal’in, bırakın kabre, bırakın Şiraz’a, yaşamı boyunca İran’ın herhangi bir köşesine bile adım atmadığını biliyorum. Bir de bizim insanımızı düşünüyorum, huşu içinde, aynı imamlarının türbelerini ziyaret edercesine, akın akın şairlerinin kabrine gelen İranlılara bakarak, Yahya Kemal’in mezarı nerde, kaç kişi bilir ülkemde, diyorum, veya Aşiyan’ı günde kaç kişi ziyaret etmektedir? Rehberler bizde de turistleri şairlerimizin mezarlarına götürmekte midir? Kültürüne bu kadar sahip çıkan İranlı bunu sadece Firdevsi’nin attığı temellere mi borçlu, yoksa 3000 yıldan fazladır karışmayan, değişmeyen genlerine mi?

Bu düşüncelere dalmışken genleri bizden olan bir grup sarıyor etrafımı: Tahran’dan Feriha, Meryem, Erdebil’den Meliha ile Hikmet Rıza. Türkçe konuşuyorlar, birlikte resim çektirip, beni Erdebil’e davet ediyorlar. Kültür söz konusu olduğunda, çevre faktörünün genetik faktörlere baskın geldiğinin birer canlı kanıtı bu gençler. Çünkü Hafız’ın kabrini ziyaretin onlar için de anlamı büyük. Artık benim için de: İranlılara sonsuz saygımı simgeliyor.

Oteldeki açık büfe yemeğe Vezir Pazarı’ndan aldığım ayakkabılarımla iniyorum. Yemekler nefis ve ağız tadımıza uygun: Arpa çorbası, etli patlıcan, yoğurtlu patlıcan kızartması, fasulyeli safranlı pilav, ızgara şiş, gülsulu un tatlısı öncelikli tercihlerim oluyor.

037

[1] Şarap ve şerbet aynı etimolojik kökenden geliyor: şarba (Arapça) = içecek şey, içki (5).

[2] Ferhat’ın bu tanımlaması, uzun uzun anlattığı Aga Muhammed Han’ı aslında pek sevmediğini ele veriyor. Haksız da değil, Şiraz katliamında Türkmen kökenli Aga Muhammed Han, pek çok sivil İranlı’nın kafasını vurdurmuş veya gözlerini oydurmuş, çok sayıda kadın ve çocuğu esir edip sattırmış. Kaynaklar İranlılar’ın ondan genel olarak nefret ettiğini yazıyor (6).

[3] Persepolis’i ve Tahran Müzesi’ni gezerken bununla ilgili açıklamalar yapacağım.

< Önceki Sayfa   –   Başa Dön   –   Sonraki Sayfa >